Ara...

7.10.2025

Parlak Camlar

Nakliye aracının kasası her ne kadar zifiri karanlık olsa da, eşyalarımın her birini gözlerimle seçebiliyordum. Yıllardır çok bakmıştım onlara, ezberlemiştim. Masamın, sandalyemin, fiskosumun, televizyonumun, gardırobumun ve diğer her şeyimin etrafımdaki alanı ne kadar kapladıklarının oldukça farkındaydım. Yolun engebelerinin onları nasıl sıçrattığını hissedebiliyor, motorun sesiyle beraber camların titreşimini duyabiliyordum. Korkmuş gibilerdi, ama zaruri bir korkuydu.

 Kasanın duvarına yaslanmış, dizlerime sarılmış, arabanın her titreşimiyle beraber tebessüm edip duruyordum; müthiş hissediyordum! Şöyle bir gerçek var ki insanlar belirli bir yaşa ulaştıktan sonra sahip oldukları tek bir arzu kalır: Keyifli bir meslek. Ben de işte, o yaşa ulaşıp bunu arzulamıştım ve nihayet bu arzumu tatmin etmek üzereydim. Hayatımızın atlayacağı boyutun büyüsü altında, aynı yürüyen kasayı paylaştığımız mobilyalarıma: yani ev arkadaşlarıma, karılarıma ve çocuklarıma bir göz attım. Nihayet korkmayı bırakmışlardı. Oracıkta evimin yeniden vücut bulduğunu hissettim. Mobilyalarım tekrar günlük sohbetlerine başladılar. O an beni gerçekten evimde olduğuma ve sadece elektriklerin kesilmiş olduğuna inandırabilirdiniz.

 Araba durdu. Kapılarının sesini duydum. Adımlarının sesini duydum. Kepenk açıldığında güneş gözümüzü yaktı; benim ve mobilyalarımın. Çıktım, taşıma işlemine hazırlandılar. Yeni mahalleme bir kez daha göz attım, merakla. Evimin balkonunu seçebildiğimde nihayet, gülümsedim. O tebessümü kullanarak aynı zamanda da nakliyecilere kasada oturmama izin verdikleri için samimi bir teşekkür edip ellerini sıktım. Aynı ellerle yeni evime hayat verdik.


 Bence yeni evimle eski evim arasında hiçbir fark yoktu. En azından bunun için çabalamıştım akşama kadar eşyalarımı yerleştirirken. Mobilyalarımın heyecanlı sürtünüşleri o saate uymamış olmalıydı ki yeni kapımı çalan ilk kişi yeni komşularımdan biri oldu. Ses şikayetini oldukça nazik bir biçimde belirtmişse de bir ima sezip huzursuz oldum. Tanışma teşebbüsünü kısa cevaplarımla zapt edip onu gönderdim ve oturma odasına geri dönüp ışığı yaktım. Uzun uğraşlar sonucunda taşınmamın tamamlanmasına sadece bir metrelik bir sürtünüş kalmıştı. Koltuğu duvara yaslayıp halıyı sermem gerekiyordu sadece, yirmi saniyelik işti; ama ben bu korkunç manzaraya göz yumup yatmaya gittim. Fazladan yirmi saniyelik gürültü başka bir komşunun çağrısı olmazdı muhtemelen, yine de o riski alamadım. Uyumak oldukça zor olmuştu evimi böylesine tamamlanışına yakın bırakmış olmanın düşüncesiyle; yine de alamamıştım o riski. 

Uyandıktan yirmi saniye sonra yatağımdan fırlayıp evimi tamamladım. Tatlı bir nefes verdim, balkona çıkıp aşağı baktım. Daha dün aşağıdaki yoldan bu balkona baktığımda içinde bulunduğum bu bina bomboştu, değil mi? Hayatın doğal sürecinin hissinde kaybolup mutluluk buldum bir süre. (Ama karşı binadaki komşunun balkona yaklaştığını gördüğüm an derhal tüydüm içeri.) Gerçekten, sevinçten kıllarım titriyordu. Yeni evimi ilk defa gün ışığında gözlemlerken dalga dalga neşe yayılıyordu vücuduma. Evet, hiçbir şey değişmemişti. Her şey yerli yerindeydi. Yine 2+1 idi. Metrekaresi neredeyse aynıydı. Yine yatak odası mutfağa bağlıydı. Sadece parke biraz farklıydı, daha modern bir mermer görünümüne sahipti. Her neyse, balkon da biraz daha büyüktü, ama elbette bunlar sanırsam olumlu değişimlerdi. Ayrıca oturma odası, kiler ve tuvaletin farklı yerlerine biraz alışmam gerekecekti.

 Taşınmamın da aslında tek bir sebebi vardı: Yeni işime yakın olması. Yeni işim… Yeniden düşünmeye kondum. (Beynim her basamağında ayrı bir mutluluk olan bir dağa tırmanıyor gibiydi.) Hayatım tek bir oyuna bu kadar sadık olmamı eleştiren insanlarla doluydu şimdiye dek. Yok efendim, “O kadar zamanını verme o oyuna,” “O oyunun sana bir yararı olmaz,” “Kaç yaşına geldin hâlâ çocuk oyunu oynuyorsun,” falan filan. Ama şimdi ağızlarının payını vermiştim. Her birini terk ettim ve buralara geldim. Böyle bir geleceği ön göremeyen yarım akıllılarla, aile bağından ve şu çok gerekli sosyallikten, arkadaşlıktan başka ne işim olurdu ki benim? Aile diye edecektim ziyaretimi, arkadaş diye anlatacaktım derdimi. Ama beni anlama kapasiteleri yoksa, harika bir yalnızlığa mahkumdum. Bunu anladım, bu yalnızlığı benimsedim ve ülkenin bu tarafına, içerik planlayıcısı olmaya geldim. Şu “bağımlı” olduğum ve nihayet tutkumun (bu kelime hep beni gülümsetmiştir) değerlendirildiği oyun, Yıldız Hız için.

 Ertesi gün uyandığımda, güler yüzüm kaldığı yerden devam etti. Saat sekizdi. Sadece iki saat kadar uyuyabilmiştim. Haftasonu boyunca hem çok mutlu olup hep de çok az uyuyabilmenin ironikliği tebessümümü sekteye uğrattı. Hayatı fazla basite indirgiyordum belki. Gerçek mutluluğun keyifli bir işten ibaret olduğuna dair inancım sarsılmıştı ama hâlâ yerli yerindeydi. Hatta, o kadar yerli yerindeydi ki artık haftasonu olmadığını hatırladım. İşimin ilk günüydü ve pencereme bir kuş kondu. Ne kadar yüzümü çevirirsem çevireyim bana güzel yüzünü yine de gösteren doğanın küçük, özgür elçisiydi o. Yine mutlu oldum, yine, yine, yine. Yine kalktım.

 Önceki gün Hakan Şefin sağladığı talimatları daha rahat bir kafayla inceleyebilmiştim. Her gün, her şeyden önce bir toplantı yapılacaktı, benden de bana gönderdikleri bir dizi grafik hakkında yaratıcı ve yardımcı yorumlar bekleyeceklerdi. Oyunun, oyunumuzun kitlesinin tercihlerine yönelik bir dizi grafik her sabah toplantıdan yarım saat önce telefonumda belirecekti. Her iş günü bu kadar kısa bir sürede orijinal fikirlerle meydana çıkabilmek zor olacaktı, onlar da farkındaydı bunun. İş görüşmesinin sonuna kadar defalarca yapabilip yapamayacağımı sormuşlardı. O an kendime inanıp onaylamıştım. Kendime inanıp böyle bir işin hayalim olduğunu hatırlamış, ne gerekiyorsa yapmak zorunda olduğumu düşünmüştüm. 

Şimdi, ilk işimin ilk gününün ilk toplantısından yarım saat önce, daha grafikleri almam için çok erken olduğunu düşünüyorken, otobüsüme bindiğim an telefonum titremişti. O saatte. Kimsem yokken. Tek kimsem şefimdi artık, Hakan’dı. Bana bir dizi grafik göndermişti, basitçe “Örnek” yazarak. Örnek olduğu için derinlemesine incelemek zorunda değildim herhâlde, doğrusu çok da canım istemiyordu. Ama dosyaya öylesine, belki de sadece bir göz atmak için girdiğimde, parlamıştı ruhumun pencereleri. Senelerimi adadığım o oyunun bütün verileri, tüm satın alımları, tüm “mücehver"leri, “altın"ları… Sadece, senelerdir parçası oluşumun ardından başına geçtiğim bu dev toplumun anlayabileceği ve duydukları an onların da gözlerini parlatacak terimler ve onların gerçek manalarıydı bu grafikler, hem de doğrudan elime ulaşmış halleriydi. Durum böyle olunca yolculuk boyunca incelemeden edemedim, her ne kadar “örnek” olsalar da.

Yarım saat sonra da, kafamın içinde bir masal gibi hissettiren o ofisin içindeydim. Toplantı sırasında birkaç kere uyukladığım için uyarılmıştım, ta ki Hakan Şef beni tanıtıp örnek olarak attığı grafiğe bakıp bakmadığımı sorana kadar. İster istemez grafikler hakkında yorumlarımı da şekillendirmiştim anlaşılan ki şefin yanına gidip geliştiricilerin yapabileceği birkaç hamle attım ortaya. Geri bildirimlerimin bazılarını zaten düşünmüşlerdi, bazıları bana oyunun işleyişi hakkında yeni bilgiler vermelerini sağlamıştı. Birkaç kişiyi şaşırtmıştım ve birkaç kişi için de bu şaşkınlık hınca dönüşmüştü. (Onların o kıskanç suratlarını gördüğümde dengesizce gülümsemiştim.) Bana verilen beş dakikada söylediklerim gittikçe kulaklarına hoş gelmişti ve genel olarak etkilenmiş gibilerdi, ama sanırsam birkaçı için bu pek de iyi bir şey değildi. Onların duygularını anlamadıkça ve düşünce yapım için takdir edildikçe uykum açılmıştı. Hakan küçük bir alkışla ödüllendirmişti beni. Diğerleri ödüllendirmemişti.

Toplantı bittiğinde uykum açılmış, gözlerim devasa olmuştu bu hayal fabrikasının karşısında. Çocukluğum bu koridorlarda, önlerinden geçtiğim kabinlerin içindeki bu bilgisayarlarda ve bu insanlar tarafından inşa edilmişti. Herkesin yanına uğrayıp en azından ellerini sıkacak kadar heyecanlandım bir an. Etrafta Yıldız Hız’ın sponsor olduğu yarış arabalarının posterleri vardı. Mercedesler, BMWler, Audiler, Toyotalar, Hondolar ve Ferrari; onun dışında da… Gri bir duvar, sahte bitkiler, etrafı suspus insanlarla dolu sebiller, bulanık camdan odalar. Evet, hayatım artık burada geçecekti, ne güzel; betondan inşa ettikleri bu hayal fabrikasında. Gözlerimi bir süre kapattım, geri açtığımdaysa Hakan Şef önümdeydi, gülümsüyordu. Sabahtan beri gülümsediğini gördüğüm birkaç kişiden biriydi. Neredeyse ürpertici bir şekilde omzumdan tutup beni kabinime götürdü. Etrafı ne kadar renkli anlatsa da, benim retinama duvarların o gri rengi işlemişti. Yine de Hakan Şef için çalışırsam mutlu olabileceğime güvendim; bu iş benim arzumdu. Bu iş benim arzumdu.


İlk günüm bittiğinde ve döner kapının haznesine girdiğimde, dışarı çıkmak yerine kapının içinde birkaç tur attığımı hatırlıyorum. Ne hissetmem gerektiğinden hiç mi hiç emin olamamıştım çünkü. Bütün bina, oyuna dair birkaç poster haricinde, filmlerdeki oyun yapmayan şirketlerden çok da farklı gözükmüyordu. Kabinimde sadece bilgisayarım, onda da beyaz hesap tabloları vardı. Daha etrafta çok fazla gezme fırsatı yakalayamamıştım elbette, ama bir şekilde, gerçekleştirilen hayallerden uzak işler dönüyordu sanki o kırmızı şeritli kabinlerde. Maaşa bağlı bir işin alıştığımdan daha ciddi olmasını beklemiştim elbette, ama ciddi şeylerden kaçmak üzere oynanan bir oyunun üstüne çalışıldığına dair çok az ipucu vardı o binada…

Resepsiyon gelip, “Yardımcı olabilir miyim?” diye sorarak beni döner kapıdan kurtardığı andan itibaren bir daha hiçbir şey düşünmedim bu konu hakkında. Otomatikmen favori oyunumun yapımına dahil olmaktan daha iyi bir kariyer bulamayacağım varsayımına yönelmiştim, basitleştirmiştim yani mesleğe olan bakış açımı. Aynı otobüsün durağa gelişini nefes almadan izledikten sonra eve dönerken de bir dizi grafik daha incelemem gerekmişti, aynı şekilde bunu da her gün yapmam gerekecekmiş. İşte böylece hayatımın geri kalanının neye benzeyeceğine dair bir numune edinmiştim.

Sonra baktım ki özellikle takımın geri kalanıyla tanışmamla birlikte, oldukça hoşlanmaya başlamıştım yeni programımdan. Anlaşılan beni ve fikirlerimi beğeniyordu çoğu. Bu işe benim kadar uygun çok az kişinin olduğunu, bu yüzden benimle tanışmanın büyük bir şans olduğunu dile getirip duruyordu Hakan Şef. Elbette bu bir yalandı, eminim çıktığından beri oyunlarını oynayan ve alakasız bir üniversite diplomasına sahip bir sürü insan bulabilirlerdi. Benim avantajım, düşük maaşımdı belki de. Birkaç meslektaşımdan öğrendiğim kadarıyla ucuza kapmışlardı beni heyecanımdan yararlanıp. Şikayetçi değildim. Maaş yetiyordu, iş güzeldi bir kere. Her gün sekizde kalkıp, sekiz buçukta otobüse biner binmez yol boyu Yıldız Hız’ın oyuncu verilerini gözlemleyip, dokuzda da önemseyen insanlara fikirlerimi anlatabilmek, her anıyla gayet de büyük bir nimet gibi hissettiriyordu.


Üç ayda bu nimetlik hissini tamamen kanıksamıştım. Sadece işyerindeki düzensizliklerin sekteye uğratabileceği sabit ve sıkıcı bir mutluluğa sahip olmuştum, çünkü işim yorucu değildi: Sabahki toplantıya sağladığım katılımın ardından, eve dönüşte de birkaç grafik incelemem şartıyla 13.00 gibi erken bir saatte ayrılıp günün geri kalanını oyunu oynayarak geçirebiliyordum, bu da işime katkıda bulunuyordu nasılsa. Yıldız Hız’dan aldığım zevk önceden bana suçlu hissettirirdi, ama artık son derece verimli bir şey yaptığımı biliyordum. Yine de, fazla sorunsuz, oldukça kısa görüşlü bir yaşam biçimiydi bu belki de. Zaman zaman, “Nereye kadar böyle?” diye bana sorgulatan anksiyetem tipsiz yüzünü gösteriyordu, ama aynı zamanda da bir şeyi değiştirmeye çalışırsam ulaştığım mutluluğumun ayarını bozacağımdan korkuyordum. Abim bana hep, “İş görüyorsa, boşver uğraşma,” diye gösterirdi yazdığı kodları, bu da aklımda bir hayat felsefesi olarak kalmıştı. Artık bu sözü bazen diğer kabinlerden de duyuyordum hem. Neyse, sonuç olarak değişimler iyice susmaya başlamışken onları yeniden konuşturmak uygun olmazdı. Tabii bazen de değişimden ne yaparsam yapayım kaçamadığımı fark ediyordum. Mesela vücudumun değiştiğini fark ettim o cuma günü yatmadan önce aynaya baktığımda. Kilo alıyordum. Yine başım ölecekmişim gibi ağrımaya başladı bu manzara karşısında. Mutlu muydum yine de? Yine de mutluydum.

Ertesi gün, yani cumartesi günü, iş olmaması gerekirdi, ama “bu seferlik” çağırmışlardı. Genel bir durum kontrolü ve güncellemelerin sürecinin izlenimi için. Beynimde artık hiçbir şey çağrıştırmayan basit kelimelerdi bunlar. Sanırım o an farkında değildim veya kendime itiraf etmeye çekiniyordum, ama cumartesi işe gitmenin en heyecan verici tarafı değişiklikti. Neden değişiklik aradığımı düşündüm otobüs durağında simidimi zorla parçalarken. Mutlu değil miydim ben? Mutsuz insanlar değişiklik aramaz mıydı? Otobüsüm gelip fazla düşündüğüme dair beni uyardığında simidimi ağzıma sıkıştırmaya çalıştım. Bitiremediğimi çöpe attım. Sırada beklerken bir köpek gördüm, simidi çöpten alıp çöpün yanına koydum. Otobüsün önünde durmasaydım beni almayacaktı.

Etrafa baktım alışık bir korkuyla… Hayatımın nihai değişikliğini üç ay önce yapmıştım ben. Bir daha hiçbir şey asla değişmeyecekti, buna karşın da mutlu bir endişe, korkunç bir heyecan hissettim. Ne güzel, yaşam dolu parfümler ve ölüm dolu terler kokan otobüs diğer tüm günlerle eşdeğer hissettiriyordu. Yani yine boyumun yarısı olan o teyze önümdeydi, koridorda yavaşça ilerleyip engelliyordu beni. (Diğer yolcuları izleyip onları karakterleştirmeme olanak tanıyordu:) Yani yine nedense engelli koltuğuna kitap okuyan sarışın kadın vardı. Yani yine telefonu sol eliyle tutup, sağ eliyle sakalıyla oynayan adam vardı. Yani yine otobüsün sonunda annesinin telefonundan Yıldız Hız oynayan şu çocuk vardı. Bazen birisi çaldırıyor, çocuk mızmızlanırken annesi telefonunu elinden çekiyordu. Çocuğun nasıl hissettiğini anlayabiliyordum. Yarışın ortasında bırakmak zor olur öyle… Gözüm bir süre çocuğun üstüne kaldı. Son üç aydır daha da büyük bir parçası olduğum bu komünitenin önemli bir üyesi olmuştu o benim gözümde. Elbet büyütüyordum, ama onu öyle görmek, bana mutluluğumun yanında ümit veriyordu. Sanki işimi ve kolay hayatımı sürdürebilmem o çocuğun oyunumuzu oynamasına bağlıydı. Böyle düşünmenin beraberinde getirdiği mantık hataları beni hemen bu umut düşüncelerinden uzaklaştırıyordu.

Başka düşüncelere yakınlaşıyordum onlar yerine: Mesela bunca insanın benim kadar düzenli bir şekilde (hatta cumartesi de burada olduklarına göre benden bile daha düzenli bir şekilde) dünyayı omuzlarında taşıdığını, dünyanın onların sayesinde döndüğünü hayal ettim; nedense. Anlaşılan zihnimin çenesi düşmüştü. Solumda duran parlak cama, yakın bir yabancılık hissettiğim yollara göz attım. Anca farkına varabildim: Bu telefona bakmam gerekmeden ilk defa binişimdi bu otobüse. Ek gün olduğundan incelenecek grafik de yoktu. Doğru ya! Tebessümümün ayrık dişlerinden verdiğim ani bir nefesle, değişimin nihayet ayağıma geldiğini hissettim. Resmen telefona hiç bakmayacağım bir yolculuk... Ne yapsaydım ki? Yapacak çok şey vardı sanki, ama hiçbiri yapılacak şey değildi. Biriyle sohbet başlatabilirdim, mesela nihayet gidip o çocukla oyunumuz hakkında konuşmayı deneyebilirdim. Kıkırdadım, neler düşünüyordum öyle? Kafam meşguliyet arıyordu… Kendimi solumdaki pencereye bakarken buldum. (Pek kendimi bulmadığım bir pozisyondu bu.) Kafam bu pozisyonda meşguliyetini arıyordu. 


Arabalar vardı; Mercedesler, BMWler, Audiler, Toyotalar ve Hondolar. Birbirlerinin ardından yer kollayıp ilerlemeye çalışıyorlardı. Camdan sadece bizim geldiğimiz yöne gidenler gözüküyordu, diğer şerittekiler. Arabaların modellerine bağlı olarak bazı pencerelerden sürücülerin suratları gözüküyordu, tıpkı Yıldız Hız’da da olduğu gibi. Aniden hatırlattım kendime: Ama Yıldız Hız’dakiler sahte, buradakiler gerçekti. Yıllara kafa tutup dünyanın bir parçası haline gelmiş, önemsiz ve bir o kadar da önemli suratlar geçiyordu birer birer. Türlü türlü mimikle, bir daha hiç gözükmemek üzere. Yıldız Hız’da yarışçıların mimiklerinin hiç oynamadığına dikkat etmiştim önceden…

Birkaç silecek dans etmeye başladı. Sonra diğer silecekler de katıldı; yağmur hızlandı birden. Yıldız Hız’da da her saniye on binde bir ihtimalle yağmur yağardı (her şeyi oyunla bağdaştırmak bu noktada sinirimi bozmuştu), buradaki çiseleyen yağmursa insanların bağımlısı olduğu bu hareketin elçisi gibiydi. Durmak bilmeyen, o amansız hareket. Evrimsel belleğimize işlenmiş o hareket. Hangi hareket? Herhangi bir: Yeter ki durmak olmasın. “İnsan dışarı çıkmalı. Arabaya binmeli. Yürümeli; uğraşmalı. Hayatı sevmeli.” Alınlarındaki bu yazıları okumaya çalışıyordum ki arabalarla otobüs arasındaki yol çizgileri çiçeklere dönüştü. Pembe, sarı, beyaz desenli çiçekler, beton duvarların içindeydiler. Diğer kaldırımlara göre bomboştu. Kullanan yoksa amacının ne olduğunu merak ettim. Her gün araba zehrinde ölen çiçeklerden bir yol, kime ne faydaydı? Genişlemiş göz bebeklerimi kaldırdığımda diğer herkesin, tüm şoförlerin ve tüm yayaların da çiçeklere baktıklarını gördüm. Gülümser oluyorlardı baktıklarında. Ben de gülümsüyordum. Anlaşılan o ki her bir çiçek birinin tebessümü için vardı. Hepsi bir teşvik aracı olarak rezerve edilmişti. Hepsi insanlar hareketlerine devam etmek istesin diyeydi. Bu çiçekler, yollar ve arabalar, dünyanın dönebilmesi içindi. (Acaba dünyanın dönmesine azıcık olsun katkım var mıydı? Belki de, aksine, dönmesini engelliyordum.)

Sonra çiçeklerin gülümsetemediği insan sayısı çoğaldı. Bir şey morallerini bozmuş gibiydi. Geldikleri yolda üzücü bir şey mi yaşanmıştı? Sonra sinirliydiler; herkes aynı duygu döngüsünde gibiydi. En sonunda da öfkeliydiler ve ağızlarını kocaman kocaman açıyorlardı, söyleniyorlardı. Hepsinin topyekûn şahitlik ettiği şey her neyse, düşüncesi bile kan akışımı hızlandırmıştı. Belki de bir kazaydı, kötü bir kazaydı, bir ambulans kazasıydı. Tıpkı Yıldız Hız’da… Belki de çiçeklerin üstünde bir kedi ölmüştü, ne bileyim. Dünyanın dönüşü bir şekilde zapt edilmiş olmalıydı. 

Nihayet gördüm; gördük. Diğer yolcuların da hemen bu tuhaf manzaraya doğrulduğunu hissettim. Sarışın bir kadın çiçeklerin üstünde koşturuyordu. Yağmur damlalarının paralelinde depar atıyordu. Nefesi neredeyse pencerenin ardından duyuluyor gibiydi. Sarı bluzuyla her bir tebessüm çiçeğine güneş oluyor gibiydi, çiçeklerin kendisi oluyor gibiydi. Ezdiği her bir çiçek de gerekli bir fedaydı sanki, kadının güneş ve çiçek olmaya devam edebilmesi için. Ama herkes benim onda gördüğüm meleği görememişti. Otobüs kadının yanına ulaştığında koro halinde olumsuz tepkiler yankılandı. O ana kadar çiçeklerin üstünde koşturmasını garipsememiştim oysa ki.

Kadının yolunda, çimlerde, çiçeklerde oynayan iki köpek vardı. Herhâlde kadını durduranlar onlar olacaktı, değil mi? Hayır, kadın üzerlerinden atladı. Bu sefer bağrışmalar yankılandı yolcular arasında. Ben de ister istemez kaşlarımı çattım. Neyin peşindeydi bu kadın? Köpekler artık onun peşindeydi, ama kadın artık neyin peşindeyse, arkasındaki havlamalara dönmedi bile. Motor ve insan gürültüsüyle birlikte bu sahne gözlerimi kızarttı ve çevreye bakma gereği duydum. Tüm yolcular ve dışarıdaki herkes, şoförler de aynı hayretle izliyordu kadını. Birkaç yolcunun bir elinde telefon vardı, öbür ellerinin baş parmağınıysa cama koymuşlardı.

Gözümü geri sahneye çevirip kıstığımda, gördüm ki köpekleri de peşleyen iki arı vardı. Bu üçlü kovalama bana derhal evrimsel bir treni hatırlattı. Beynim öyle bir canlandı ki çok ani ve çok gerçekçi bir şekilde tüm insanlığın önce o iki arıdan, sonra o iki köpekten ve en sonunda da o kadından çıktığını hayal ettim. Maymunlardan değil, arılardan gelmiştik belki de; çünkü arılar hepimizden—daha hızlıydı. Çiseleyen yağmura rağmen köpekleri de kadını da geçip gittiler. Otobüs de diğer üç memeliyi geride bıraktığında sahnede sadece o iki arı ve görecekleri manyaktan habersiz, çiçeklere bakıp gülümseyen insanlar kalmıştı. Gözlerimi daha da kıstım: Arılar, tüm biz insanlığı binlerce eleştirici altıgen gözle inceliyordu, atalarımız olarak. Kusursuz altıgenlerine kesip biçtiğimiz doğa, yerine döktüğümüz çimento ve tuğlalar yansıyordu. Onlara sadece bu çiçekten yolu bırakmıştık ve bu bizim tarafımızca büyük bir saygısızlıktı. İnsan olmanın bir parçası buydu herhâlde: bir şey gereksiz olduğunda adaleti kenara bırakırdık. Artık doğa gereksiz ve dünyanın hareketine sağladığı milyonlarca yıllık katkı göz ardı edilmeli. Artık çimento gerekli, artık beton ve tuğla gerekli. Dünyayı en çok hareket ettiren şeyler onlar, fakat hareket ileri mi yoksa geri mi diye durup düşünmek için zamanımız olmuyor.

Aynısı telefoncunun önündeki şu üç dede için de geçerli. Ağacın etrafında toplanmışlar, buradan bile renklerine hayran kaldığım bir kuşun fotoğrafını büyük bir tutkuyla çekiyorlardı. Onlar ve çektikleri kuş için de ancak kaldırımlarımıza birkaç ağaç ekmeye tenezzül etmişiz ki şikayetçi olmasınlar. Karşılığında her şeyi ellerinden aldığımızı unutsunlar. Dedeler de zamanlarında dünyayı omuzlarında taşımışlardı, ama artık o güç onlarda ne arar, yani onlara ne gerek var? Küçük bir maaş alsınlar, o da şükretsinler ve başkaları onlara acımasın diye. Kuşun da dahil olabileceği bir ekosistem ne arar buralarda?... Belki de kuşun, en iyi üç arkadaşını, yani dedeleri, pençeleriyle uzaya taşıma vakti gelmiş de geçmiştir. Hem arılar da takip eder onları, tüm bu hayal kırıklıklarının ardından. Elbet arıların da artık bir şey yapmaları gerecekti, çünkü çiçek yolu bitmişti ve beşeri çiçeklerin arasından konmalık bir tane seçmeliydiler. Seçenekleri sona ermişti. Sona erdirmiştik ya.

(Tabii dedelerin bu trajedilerine karşılık binbir çaresi vardı. Örneğin bir başka dede, alakasız bir durakta yalnız başına bekliyordu ve otobüse biner binmez şoföre, “Selam yeğen, benim adım Haydar,” dedi yağmurun ıslattığı saçına şekil veriyorken. Sohbet etmeye, eline yapışmış olan telefondan bir şeyler göstermeye başladı. Şoför şikayetçi olmamış, büyük bir ilgiyle dinlemişti. Belki de memnuniyet hâlen daha tamamen ölmemişti, kim bilir.)


Otoyola geçtiğimizde bir motor sesi yaklaştı, geldi ve ozon tabakasıyla beton zemin arasında yankılandı. Diğer tüm arabaları arkaplanda bırakan, kaba, çatlak, hastalıklı bir gürültüydü bu. Engelli koltuğundaki kadın, duyunca ürktü ve kitabını bıraktı, etrafa bakındı. Herkesin gözü bir bir geriye yöneldi. Arıların, köpeklerin, kuşların ve dedelerin de, hatta o kadının bile motoru duyup gözlerini kıstıklarını sezdim. Ses kaynağının kendisini gösterip merakları bir bir gidermesi hiç de uzun sürmedi; bir kadındı, kasksız, sarışın, sarı bluzlu. O kadındı bu.

Yolcuların sadece bazıları öfkesini korumuştu, geri kalanlarıysa heyecanlanmış gözüküyordu, ben de dahil. Bir grup çocuk hemen otobüsün sol tarafına fırladı. Boyumun yarısı olan teyze ve iki anne bir süreliğine dehşete düşmüştü. Ama çoğu kişi artık bir film izlediği sezgisine kapılmıştı bence, özellikle kadının öyle, arabalara bir bir makas attığını dev bir ekrandan izlerken. Trafiğin hızına göre onu takip edeceğim diye gözlerim kendi etrafında dönmeye başlamıştı, hipnoz olmuştum. Sorulacak çok soru vardı ve hepsini de yolcuların fısıldaşmalarının arasından seçebiliyordum. “Ayaklarının üstünde değil miydi bu kız? Ne ara tekerlerin üstüne geçti?” “Nereden buldu o motosikleti bir anda?” Dedi sakallı adam sakalında elini gezdirmeye devam ediyorken. “Kız, çalmış olmasın!” dedi orta yaşlı bir kadın. “Nereye yetişmeye çalışıyorsa artık, çalmış da olabilir.”

Evet, nereye yetişmeye çalışıyorsa artık, kadın canını unutmuş, istikametini tüm hayatı ilan etmişçesine titriyor, sürekli nefes alıyor, vermiyordu sanki. Artık gözüme çıldırmış da gelmiyordu, sadece çılgın bir acelesi varmış gibiydi. Ancak nereyeydi, nereyeydi bu hayati acele? Yolcular bazen sessizleşse de herkesin kafasında aynı soru olduğu herkese belliydi. (Sağdakiler de gittikçe soldaki pencerede toplaşıyordu.) Bazen görüşümüzden çıkıyordu; bazen ondan hızlı, bazen yavaş gidiyorduk ve hikâye yarım kalacak diye soluğumuz kesiliyordu, ama her seferinde birbirimize yetişiyorduk. Belki kadın da hayatının en önemli görevi sırasında seyircilerinin olmasını hoş bulmuştu. Belki şoför de meraktan kadının hızına uymaya çalışıyordu, ne de olsa adamın sohbet ettiği Haydar Dede de parmakla gösterip duruyordu kadını, diğer eliyle de saçını tutarak, coşkuyla. Çünkü, çok tuhaf ve gerçek dışı duruyordu; bazen yağmurun ıslattığı zeminde kadının biraz tekeri kayıyor, bunu gören teyze, iki anne ve engelli koltuğundaki kadın fenalaşır gibi oluyordu; fakat sarışın kadının kendisinin umrunda değildi. Arabaları sollamaya devam ediyor, her seferinde de bir küfre daha vesile oluyordu. Ama bence herkes ona karşı sürekli bir öfkedense merak duyuyordu, “Derdi ne acaba?” diye.

Yeşil Ferrari'yi de geçip gideceğini varsaymıştık hep beraber ki onu takip etmeye başladığında birkaçımızın burnu artık pencereye değdi. Tıpkı bizim şoförümüzün kadına yetişmeye çalıştığı gibi (artık emindik bundan), kadın da iç lambası yanan o arabaya yetişmeye, arabanın parlak camını tıklatmaya, bir şeyler söylemeye çalışıyordu içerideki kel adama. Oysa camını açmamakta, hatta kadına bir iki defa hariç hiç bakmamakta kararlıydı. Herkes bu sahne karşısında allak bullak olmuştu. Olayı otobüsten izlemenin yarattığı belirsizlik, herkesi yine birer öykü yazarı olmaya zorluyordu. Herkes farklı bir teori atıyordu ortaya kadının adamla olan alakasına dair. İlgisizlik de imkânsızdı artık böyle bir olay karşısında: Etrafa baktığımda telefonundaki parlak cama bakan tek bir ruh görmemiş, hayret etmiştim. Sağdaki koltuklarda bir iki kişi kalmıştı, herkes soldaki pencereden bir parça görüntü çekiştiriyordu ve sadece benim gibi başından beri solda oturanlar şanslıydı. Sonra, engelli koltuğundaki kadın başını sallayıp şoförü uyarmaya daha yeni gitti (pencerenin dibindeki yeriyse hemen kapıldı): “Beyefendi neden ölmeye çalışan kadının yanında hızını koruyorsun ya? Kaza yapacaksın bak!” Haydar Dedeyse şoförünü korumak için kadını resmen kovaladı oradan. Kalanımızsa hâlâ dev bir telefon—bir televizyon izliyormuşçasına heyecanlanıyorduk. Hem, tüm o ihlallerine rağmen o kadın asla kaza yapmazmış gibi duruyordu.

Öyle düşünmeyenler vardı elbette. Az önce kadının motorunun sesi nasıl aniden yaklaşmışsa, aynı şekilde polis sireni de diğer tüm seslerin üstüne çıkmaya başladı. Öyle kulak deşiciydi ki kadının dikiz aynasına bakmasını sağlayan ilk ve tek şey oldu. Ondan sonra kadının sesi daha bir kederlenmişti sanki, o kadar ki ince tonları neredeyse camdan içeri sızıyor ve otobüsün koridorunda yankılanıyordu. Tabii anlaşılmıyordu, bize çok fazla detay kaçırdığımızı hissettiriyordu. Üstteki pencereyi açmayı denediler, ama klima açık olduğundan otomatik kilitlenmişti. Delikanlı çocuklardan biri acil durum çekicini almış, pencereyi kıracaktı neredeyse; son anda geri çekmişti onu sakallı adam. Tüm bunlara ve herkesin teorilerine rağmen de olay hâlâ gizemliliğini koruyordu: Kadın, adama ne için yalvarıyordu? 

Nihayet merkeze yaklaşmıştık, trafik başlamıştı ve Ferrari’deki adamın da bizim gibi kırmızı ışıkta durması gerekmişti. Gergin gözleri kadına bakmaya teslim olmuştu o an, oysa gittikçe yaklaşan sirenin eşliğinde motorundan fırlayıp anı kollayarak adamın iyice aklına girmeye koyulmuştu: Artık resmen penceresine tokat atıyor, belki de kırmak için uğraşıyordu; cırtlak sesiyse iyice ağlamaklı olmaya başlamıştı. Birkaç kelimesi de anlaşılır olmuştu böylece: “Yapma! Kapıyı…! Anlamı…! Düşün…!” Sürekli soluna, sirenlere göz atıyordu, titrek titrek.

Bir süredir tedirgince gülümsüyormuşum, yeni fark etmiştim. Etraftaki herkeste de aynı çehre vardı. Kimse ne korkmuştu, ne de üzülüyordu. Ya şaşkınlardı, ya gülümsüyorlardı, ya da tedirginlerdi. Parçası olduğum bu seyirciyi gördüğümde de en tedirginleri ben olmuş olmalıydım. Kanım fokurdamış, kalbim kanımın içinde boğulmuş gibiydi. Başım basık, basılmış hissettirmişti. İnsanların içinde sıcaklarken buldum kendimi ve bir an sağa geçmeye kalkışıp yerimi kapmak isteyenleri heyecanlandırdım. Pencereye geri baktığımda soldan adım adım yaklaşan polisler çekti ama dikkatimi. Sağa baktığımda yeşil ışığın yandığını gördüm, ama trafik polisleri, meslektaşlarına yardım edebilmek için arabaların önünde dikilmiş düdük çalıp duruyorlardı. Kulağında polislerin adımlarını, düdükleri ve kornaları gümbür gümbür hisseden kadın, bitkin bir şekilde Ferrari’nin penceresine yaslanıp nefes nefese yere çömeldi. Polislerden biri ellerini ona uzattığında çığlık atıp ayağa kalktı. Tüm vücudu kıpkırmızı, saçıysa darmadağın olmuştu. “Yaklaşma…!” diye tehdit ederek elini arkasına götürdü, polisler temkinlendi. En öndeki “sakin ol” manasında avuçlarını doğrulttu, diğer ikisi belindeki silaha davrandı. Hiçbirimiz kadının arka cebinden ne çıkarabileceğini kestirememiş, dişlerimizi gıcırdatmıştık. Sonra şoförümüzün tarafından cam kaydırma, sonra rüzgar, sonra ağlama sesleri gelmeye başladı. Korna sesleri genişledi, şoför bağırdı:

“Cebinde yok len bir şey onun, alın götürün şunu hele.” Kadının nefesi kesildi ve çığlığını ilk kez bu kadar net duyduk. Polisler ona doğru yürümeye başlamışken o da şoförümüzün penceresine fırladı ve o cama da vurmaya başladı kanlı elleriyle: “Kimsin lan sen! Ne haddine, ne karışıyorsun!” (“Tutun şunu.”) “Bırakın lan! Dokunmayın bana! Şu arabadaki adam kim biliyor musunuz?...”

Kadının sesi melodik bir yorgunluğa sahipti, ama yaşadığı bu olaydan değil de hayatın tamamına ait bir yorgunluk gibiydi. Hayatın tamamı; yani tüm polislerin, tüm şoförlerin, dedelerin, köpeklerin ve arıların dünyanın süreci boyunca göğüs gerdikleri tüm yorgunluğu sırtında taşıyordu sanki. Kadının bu yorgun çığlıklarıyla savaştığı polisler onu tutup götürüyorken, Ferrari iç lambasını kapattı ve kel adam yok oldu, sonra arabalar bir bir hareket etmeye başladı. Kornalar sustu, şoför penceresindeki kanı silip kapattı ve sağ koltuklar geri doldu.

Ellerimle başıma bastırdım. Büyük bir olaydı bu şahitlik ettiğimiz şey. Büyük bir haber, büyük bir gelişme, büyük bir düşünce ve büyük bir sohbet konusuydu. O kadın gerçekte neyi kovalıyordu, kimseciklerin haberi yoktu. Belki ne kovaladığı Ferrari şoförünün, ne de onu soruşturacak polislerin bir haberi olacaktı. Hayır, kimse bilmeyecekti neyi kovaladığını… Düşünürken elim pürüzsüz yüzümde geziniyordu. Elimi düşündüm ve kadın kadar sert bir şekilde cebimdeki pencereye vurmamak için zor tuttum kendimi. Fark etmiştim ki kovalamak her geçen gün yok olan eski bir gelenekti. Artık her şey elimizin altındaydı ve artık hiçbir şey kovalamaya değmezdi. (Son birkaç aydır işim harici düşünmek oldukça zor gelirdi, şimdiyse ne büyük düşünüyordum öyle. İçimde birikmişti meğersem.)

Maalesef böylesine büyük bir sohbet konusunun doğurduğu uğultu çok da uzun sürmedi. Merkeze girdikçe her bir yolcunun elindeki telefonlar yeniden belirmişti. Bir heyecan bitmişti ve baş parmaklarıyla sonrakini arıyorlardı. Haydar Dede bile telefonundan bir şeyi şoföre okuyordu, yani adam otobüsüyle bile uzaklaşamıyordu telefonundan. Meğersem şoförün amacı dedelere olan memnuniyeti korumak değilmiş… Bazıları çektikleri videoları paylaşıyorlardı. Mesaj yazarken parmakları o kadar hızlıydı ki… Dudaklarımı büzüp ben de kendi parmaklarımla oynadım. Bir süredir sadece başlarını kullandığım bu parmaklar, bunu hak etmiyorlardı. Biz de hak etmiyorduk baştaki biri tüm güce sahipken sürünmeyi. Elbet sarışın kadın da tutuklanmayı hak etmiyordu. Eminim etmiyordu, ama hayat hak ettiğimiz bir şey olmamıştır hiç aslında. Elimizden gelen neyse, o olmuştur.


Yaşanılanı düşünürken insanların bir bir telefonlarını bırakıp, duraklarında inip, şemsiyelerini açtıklarını, sonra yerlerine başka insanların gelip telefonlarını çıkarmalarını gözlemledim. Durakların birinde bir sürü genç bindi, her zamanki gibi. Haydar Dede de ön kapıdan inmişti onların arasından, ıslanan gençler gözlerini çevirmişlerdi. İki kız en önde yer edindikten sonra birkaç saniyede bir telefonlarından birbirlerine bir şeyler göstermeye başladılar. Gençlerden biri telefonunun sesini fazla açmıştı ve Yıldız Hız oynadığını duyabiliyordum… Hüzünle kıkırdadım, lisemi düşündüm. Şimdiki jenerasyon da tıpkı bizimkiydi, zehir gibilerdi.

Sonra daha önce hiç görmediğim bir şey oldu: Şoför değişti. Belki hep oluyordur da ilk defa dikkat ediyorumdur, ama şoför bir durakta haznesinden çıktı, aynı açık mavi üniformaya sahip biri geldi ve el sıkıştılar, teşekkürler edildi. Artık şoför de dahil, neredeyse sarışın kadını gören kimse kalmamıştı otobüste. Hareket ettiğimizde yerimden kalktım (sağımdaki kızıl adam oyun oynadığından yol vermesi uzun sürdü, sonra üstüne düştüğümde bana sinirlendi), bu sefer sağ pencereye baktım. Eski şoför, elinde telefonuyla bir yere doğru yürümeye başlamıştı. Neden inmişti? Belki de Haydar Dedenin gösterdiği şeye bakabilmek için işini başkasına paslamıştı. Nereye gidiyordu? Dur bir dakika ya, burası benim durağımdı!...

Hayatım bundan önce yalanmış da sanki bugün gerçekten yaşamaya başlamışım gibi hissettim. Film şeridi gibi gözümün önünden geçti yalan hayatım. Bugün cumartesiydi, bugün iş olmasına alışık değildim, ama vardı ve işe gidebilmek için o durakta inmem gerekiyordu. İşim çok uzun zamandır istediğim bir işti ve işim için buraya taşındığımdan beri gerçekten çok mutluydum. Kalp atışım hızlandı: Kafamdan bir hikâye uyduruyormuşum gibi bir tepki gösterdi başım. Fark etmiştim ki durağı kaçırmış olmam zerre umrumda değildi. Fark etmiştim ki istediğim işe değil sadece, hiçbir şeye sahip değildim. Fark etmiştim ki mutlu falan değilmişim, zavallıymışım, ama bunları fark etmemle bir anlığına yüzüm güler gibi olmuştu. (Sahi, öbür günler yol boyu elimde telefon olduğunda nasıl fark ediyordum durağımın geldiğini? Bir robotun içine giren bir ruh sandım kendimi.)

Son durağa ulaştık, etraf otobüs doluydu. Kapılar açıldığında arka taraftan tanıdık bir mızmızlanma duydum. Yıldız Hız’ı oynayan şu çocuk hâlen daha annesiyle birlikte arkadaydı ve hâlen daha Yıldız Hız oynuyordu, tabii annesi inmek için telefonu elinden alana kadar. Yine gidip onunla konuşma dürtüsü duymuştum, tabii bu sefer “oyunumuz” hakkında değil, başka herhangi bir şey hakkında. Onu o oyundan uzaklaştırmak için ne gerekiyorsa artık. Tabii böyle bir şeyin mümkün olmadığının farkındaydım, ama dürtüsünü duymuştum işte. Ne de olsa her ama her şey için çok geçti ve bu her şey için çok geçlilikle yaşamayı öğrenmem gerekiyordu. Mutluluğumu çaresizlikten bulmam gerekiyordu.

Otobüsten indim. Yağmur sonrası güneşi tenimde gezip beni mutlu etti. Yine gerçek bir mutluluk olup olmadığını sorgulamadan edemedim, ama bu sefer gayet gerçekçi gibiydi. Yüzüm falan da gülüyordu yani, hoştu. Çocukla annesi de nihayet indiğinde ve otobüs kalktığında, arkasında bir karakol belirdi. Üstüne bir polis arabası yaklaşıyordu yavaşça. Şehrin bu kısmını hiç görmemiştim; tıpkı o polis arabasındaki hücre gibi bir nakliye kasasında geldiğim gün şehri hiç görmemiş olmam gibi. Tanıdık tipli üç polis indi ve arka kapıya yöneldi. Dev hayatın bir parçasına daha tanıklık edeceğimi hissettim, esnedim. Suçluyu çıkardılar ve yine, o kadındı tabii ki içerdeki. (Dev hayat yine cebimden büyük olduğunu göstermişti. Dev hayatın bunu kanıtlamak zorunda olması çok acıydı.) Polisler onu içeriye götürürken öbür elleriyle de telefona bakıyorlardı ve mutluluğumu nihayet zapt eden sahneyse işte bu olmuştu. Fark etmiştim ki tıpkı kadın gibi, evrim de istikametine ulaşıp nihayetinde kelepçelenmişti, parlak camlar tarafından.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder