Çiğ et çiğne. Eti çiğ çiğ ye. Avını yenmişsen ne gerek var ateşe? Yüz derisini önce. Kanın dumanını izle. Birkaç vuruş daha tüm mesele. Vuruş, vuruş, vuruş, vuruş. Kes onu ve ye. Afiyetle. Vuruşla ve müzikle. Müzikli bir tebrikle. Eski köye yeni (âd)et getirmekle.
Sonra şimşek çaktı. Aklın canı yandı. Ağaçlar yandı, hayvanlar pişti. Eski köy de yandı böylece, gelen yeni âdetle. Çıplak vücutlardan akan ter, ruhlarından akan endişe. Bazılarının son tadı oldu pişmiş et, bazılarının deveranı. Kaçtı birkaçı yanan ormandan, kavrulmuş ellerinde yüz bin yılın başarısı.
Ateşi taşı etrafta, hükmet ona. (Hükümet hükmû-et etmeden.) Herkes birer güneş olsun bir anda. Orada ceset pişsin ve burada. Birkaç çöple ve birkaç odunla. Kolay yensin, iyileşsin et, tadıyla. Pişmiş et dağılınca insanın ağzında, konmaya başlasın her şeyin kolayına. Ya imkânsızın kalkması, ya da imkânın artması adına. Bağlanan taşla, ok ve yayla. Birkaç düz yuvarlakla, tarımla ve yazıyla. Elindeki bu kağıtla, barutla ve buharla. Telgraftan telefona, sonra cebe sığdırmaya. Uçup biri baksın bunlara, hepsi televizyona çıksın. İş kafiyesizleşsin, büyü bozulsun.
Her şeyin nihayeti bu bilgisayar ve bu an. Bu an, bu an, bu an; dişimin beni öldürdüğü bu an. Susmaz ağrı bana bir şey anlatmaya çalışıyor. Ben de mi çiğ et yiyeyim? Böyle devam ederse gidip yiyeceğim, ağrının arzusu bu muymuş diye bakacağım. Ama ne kadar düşünürsem düşüneyim çiğ eti aklımca cazipleştiremiyorum. O hâlde atalarımın evri nasıldı? Evrimi nasıldı? Nasıl muhtemelen iğrenç olan bu tat için böylesine uğraşabildiler? Şimdi bir anda herkesin yine böyle, çiğ etle karnını doyurması gerekseydi, kimsecikler kalmazdı. Kalanlarla atalarımız olurduk. Yirmilik dişlerimiz çenelerimize sığardı yine. Hoş olmaz mıydı? Olurdu, ama bilim insanlarına göre çenelerimizin büyümesindense yirmilik dişleri zamanla genimizden silecekmişiz. Tabii o günleri ne ben ne de torunum görebileceğiz, ne de onun torunu. İşte bak sen ki her bilim sahte birer ifadeden ibaret. Kurdurdukları hayallerden ibaret. Milyonlarca yıl öncesini ve sonrasını Tanrıymışçasına bilmekten ibaret. Hepsi neden? Çünkü bilmesen bile bildiğini zannetmek güzel geliyor insana. Evet, öyle bir çağda yaşıyoruz ki önemli olan herkes doymak bilmez bir bilgi açlığına sahip. (Yokmuş işte bu bilgi açlığı eskiden, ne güzel. Yalnızca açlık varmış ve çiğ etle giderilirmiş.) Bu önemliler de birer bilim insanı olarak takdim ve takdir ediliyor. Çok bilim insanı tanımadım hayatımda; tanıdıklarım da sadece her defom için gözükmeye ve çiğnenmeye gittiğim hastanemdeki, Fritz İyi Haber Hastanesi’ndeki doktorlarımdı.
Mesela diş hekimim Yeşim. Dün onu ziyarete gitmeye zorlandım. Bilimiyle dişime bir göz attı. Dediğine göre ağrısını biraz daha çekmem gerekecekmiş. Sonra dişi çektirmem gerekecekmiş, daha çok ağrı çekmem gerekecekmiş. Gerekecekmiş de gerekecekmiş. Gerekecek miymiş gerçekten? Allah aşkına, emin olmak ne mümkün? Aslında bir bildiği yok, ama maalesef ağzıma dair her şeyi ondan bilmek zorundayım. Çünkü her şeyimi o biliyormuş, hastalarının ağzına baştan aşağı aşinaymış. Tüm bunları emin bir şekilde bilebilmenin hazzını, beni diş koltuğuna yatırmış, ağzımın içine bakıyorken, gözlerinden okuyabiliyorum. Dişlerimi incelerken beni yiyecek gibi bakıyor, salyasını zor tutuyor kadın sanki. Anlayacağınız üzere kast ettiğim bilgi açlığının pek bir mecazi yanı yok. Yemin ederim ki Yeşim Doktor da bilgiye aç ve karnını benimle, benim gibilerle doyuruyor.
Benimse karnımı doyurabildiğimden emin olmak için haftada bir mide doktorumu görmem gerekiyor. İsmi Burak, o da aynı. O da ultrasonuma bakarken göz bebekleri devleşiyor, ağzı açık kalıyor, ışığın altında mavi bir zombi gibi oluyor; beynimi ve içindeki bilgiyi yemek isteyen bir zombi. Dakikalarca test sonuçlarımı incelerken gözleri kızarıyor, bıyığını yalıyor yavaşça. Eliyle saçının terini silmeye çalışıyor, bense karşısında nefessizce bekliyorum. Öbür hastalarına göre bunlar sadece Burak Doktorun bir şeyleri incelerken yaptığı komik reflekslermiş, hastanede çok fazla uykusuz gece geçirdiği için olmuş, falan filan. Maalesef durumun farkında değiller. Onlar da takdir ediyor Burak Doktorun bir deri bir kemik kalacak kadar tıbba kendini adayışını, ama farkında değiller ki onun kandan gözleri dönmüş bir vampirden farkı yok.
Bana soracak olursanız Yakup Doktorun durumu daha da vahim ama. Diyabet hastasıymış aynı zamanda o da. Tip 1’miş ve tip 1 olması zor kalkıp zor yürümesinin hiçbir şekilde onun suçu olmadığı anlamına geliyormuş. O benim amputasyon doktorum ve onu sadece birkaç kez görmem gerekti. Onu ilk ziyaret edişimde, doktorlara attığım soğuk bakışımdan o da memnun olmamıştı. Bana hastanedeki, Fretz İyi Haber Hastanesi’ndeki bir göz doktorunu önermişti. Gülmüştüm, bir şey dememiştim. Notlarına biraz bakındıktan sonra, sessizce anestezi hortumunu ağzıma yaklaştırdı yavaşça, beni korkuyla inceleyerek. (Onun sevdiğim yanı buydu. Korkuyordu ve beni güçlü ve haklı hissettiriyordu.)
Elini ittirdim, “Hayır,” dedim. “Anestezi istemiyorum.”
“Beyefendi, olmaz ki.”
“Olmayacak ne var? İki türlü de kesmeyecek misin ayağımı?”
“Keseceğim de, anlatmama gerek var mı? Acır yani, ne demek anestezi istemiyorum?” Üstüm çıplaktı, göbeğimdeki yarığa baktı. “Karnınızı anesteziyle kesmediler mi?”
“Evet, anesteziyle kestiler. İzin verdiğim için de pişmanım.” Kısık nefeslerle yüzümü, gıdığımı inceledi. “Bak, tıp hakkında bir iki şey biliyorum. Ayağımı neden kesmen gerektiğini de, anestezinin neden gerekli olduğunu da biliyorum. Eskiden böyle anestezisiz amputasyon yaptıklarını da, beni anestezisiz kesmekten memnun olacağını da biliyorum. Lütfen ricamı yerine getir.”
Uzunca duraksadı. Defalarca anestezi kelimesini dilim dönmeden söyleyebilmemden etkilenmiş olabilirdi. Acı çekiyor olsam dahi sabırlıydım, konuşmasını bekledim. “Ailenin haberi var mı?”
“Vücudum bana ait, onlara değil.”
Yine uzunca duraksadı. Gözlerinin parıldadığını saklamaya çalıştı, arkasına döndü. Zor adımlarla kapıya varıp kilitledi. Gözlerimi geri açtığımda alet dolu bir tepsiyle gelmişti, adamın salyası akmaya başlamıştı. “Beyefendi, çıtınız çıkmamalı.” Başımı salladım.
Önce neşteri derime sürttü, tepkime baktı. Sadece nefesim biraz hızlanmıştı. Devam ettiğinde gözlerimi kapattım, “Atalarım bunu çekti. Atalarım bunu çekti,” diye kendime tekrarladım. Yakup Doktorun terini ve salyasını ayak bileğimin içinde hissettim. Onun da nefesi hızlanmıştı, köpek gibi sesler çıkarıp gözümün önünde tıp yeminini bozuyordu (belki zaten bozuktu), iğrenç bir şeydi. Kusacak gibi olduktan sonra acıyı iyice fark etmeye başladım, gözümden yaş aktı, koltuğu avuçladım. “Atalarım bunu çekti. Atalarım bunu çekti.”
Neşterin işi bitti, ama acı durmadı. Gigli testere kemiğimin içinde sağa sola giderken sessizce ağlamaya başladım. Kestiği bileğim hariç her yer hafifçe titriyordu, nefesimse yavaşlamıştı. Geçmişten karıştırılmış, yemek gibi hazırlanmış bir acı hissediyordum; karnımın yarıldığı andan, azıdişlerimin söküldüğü andan, gardırobumun yarısını çöpe attığım andan, annemi doktorların dikkatsizliğine kaybettiğim andan, çocukken merdivenden düştüğüm andan, geçirdiğim tüm hastalıklardan, yaralarımdan ve doğumumdan; tarlam ve çiftliğim için başlatılan savaştan, avımı çalmak için sırtıma sokulan mızraktan, yanan köyümüzden çıkamayan karımdan ve kolumu azıdişlerinin arasında bulduğum ayıdan. Bırakmışsa da beni uzvumun karşılığında, yenik düşmüştüm ateşli merakıma. Neyin nesiydi bu yaratık ki gözüktüğünde hep uzaklaştık? Çiğ etimi çiğniyordu, eti çiğ çiğ yiyordu... Böylece bilim bilinmiş, icat icat edilmişti. İcap etseydi beslediğim dünyaya, o an oracıkta yok ederdi kendisini. Fakat benim gibi o da acıyı seçmiş ve sevmişti.
Her şeyin nihayetinde, şimdi, korkunç bir şey keşfettim Fretz İyi Haber Hastanesi’nin internet sitesinde. Orada doktorların akademik kağıtları için bir sayfa var. Çok bir şey yayınlanmaz, ama az önce yayınlanmış. Başlığıysa: “Neandertallerin Anatomik Yetersizlikleri Üzerine Disiplinlerarası Bir Değerlendirme.” Yazarların listesi beni şaşırtmamış olsa da oldukça öfkelendirmişti. “Dr. Yeşim Biçer, Dr. Burak Dirim, Dr. Yakup Keser…” Yine hızlı nefes almaya başladım. Hızla kağıda göz attım…
Palavra hepsi! Resmen palavra! Kağıtta neandertallerin dişlerinin, beslenmelerinin ve kemiklerinin ne kadar geri ve yetersiz olduklarına dair bir öykü anlatıyorlar, ama bir tanecik doğru bilgi yok! Ne zannediyor onlar kendilerini? Neyi bildiklerini sanıyorlar? Almanya’dan verilerini aldıkları o kemik parçalarına nasıl bu kadar güvenebiliyorlardı, böyle açık ve adi yalanlar söyleyecek raddede hem de? Şimdi biz çok mu yeterliyiz de atalarımızı yetersiz ilan ediyorlar? O hâlde nasıl buralara getirdiler bizi? İnanamıyorum! Getirmez olsalardı!
Tamam. Sakinleştim. Tamam. Madem öyle, kendimi öldüreceğim. Dişlerimi çekeceğim, midemi ve öbür ayağımı keseceğim; istemiyorum. Bu yazıyı bulursanız silin. Kitapta bulursanız yakın. Böyle bir dönemle hiçbir alakam olsun istemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder