Ara...

9.12.2025

Zifiri Sorular

Güldü. Güldü. Gülmeye devam etti. Yemin ederim omuriliğini kusacağından korktum. Bir yılanın iskeleti gibi, fışkırsaydı eğer omuriliği ağzından, etrafında gülen çocuklar da alıp oyuncak yapardı. Gülerlerdi, “Yılann!” diye; kız çocuklarını korkuturlardı, kız çocukları yılanın başını okşardı, falan filan... Ama çocukların gülüşüyle yanlarındaki boyalı yüzlü, komik giysili eşek kadar adamın gülüşü karşılaştırılamazdı. Adamın ağzı çocukları yiyecekmiş gibi açılıyordu. Onlar daha çocuk tabii; niyeti niyetten ayırt edemezler ve gülmeye devam ederler. Öyle masum bir neşe var ki suratlarında insan bir an diyor, “belki de gerçekten amcanın art niyeti yoktur, huyu öyledir.” Ama hayır, ihtimali yok. Siz de görseniz, siz de bunu diyemezdiniz. Semra’nın çağırdığı bu parti palyaçosunda kesinlikle bir terslik var ve çocukların tehlikede olduğunu seziyorum.

 Ebeveynlerden sadece Fırat kalmış. O da beyaz dalgalı saçını gözlerine sermiş, koltukta uyuyakalmış. Diğerleri nerede? (Palyaçonun boyalı yüzünü beynimin duvarlarından kazımaya başladım.) O kadar uzun süredir palyaçoyu gözlemlemişim ki Semralar kaybolmuştu oturma odasından. Ardlarında yarım yenmiş bir pasta, tavanda süzülen helyumlu balonlar, gülen (ve büyüyen) çocuklar ve tuzaklı bir palyaço bırakmışlardı. Partiye son veya mola verilmiş gibi soluk bir hava vardı. Pasta gittikçe kuruyor, balonlar gittikçe alçalıyor, gülüşlerse gittikçe yavaşlıyordu. Aklıma şimşek çaktı. Fantamı içip, bardağı masaya vurup ayaklandım.

 Koşturan çocukların arasından süzülüp koridora yaklaştıkça pencere ışığı azaldı. Bu evi hiç bu kadar karanlık görmemiştim; daha çok paniğe kapıldım. Yerlerini ezbere bildiğim kapıların ardlarını araştırmaya kondum hızlıca. Arkadaşlarımı istiyordum. Odaların birinde olmalılardı. Habersizce dışarı çıkmadılar herhâlde. Çıkacak olsalar haber verirlerdi. Sol elim kapıdaydı, sağ elimle ışığı açıyordum. Odalar öyle ölüydü ki ışıklarını hiç açmamışım gibi hissettiriyorlardı. Onun yerine, karanlıkta mahsur kaldığım düşüncesi bir buhar gibi yayılıyordu içime. Yine sol elimle bir başka kapıyı açtım, ama sağduyum—sağ elim ışığı bulamadı. İçeride, daha derindeydi diye hatırlayıp, ellerimle duvarı hissederek odanın içindeki zifiri karanlığa daldım. Elbette burada da kimse yoktu. Artık ne aradığımdan emin bile değildim. Bir saniye olduğum yerde durduğumda biri kapıyı arkamdan çarptı. Nefesim kesildi; palyaçonun boğuk gülüşünü duyduğumda da içim çok fena daraldı. Ellerim duvarda, ilerlemeye devam ettim. Kapının kilitlendiğini farz etmiştim.


Artık gözlerimi kapatınca bir şey fark etmiyordu, bu yüzden gözlerimi kapattım. Böylece daha kolay ağlayabilecektim. Ne kadar da büyük bir ayrıcalıktı öyle: Kolayca ağlayabilmek. Adamın teki arkadaşlarımın çocuklarıyla yalnızken bir yere kapanabilmek. Semra çocuklara göz kulak ol demişken hem de. İyiler midir acaba? Fırat bakıyordur herhâlde ya. Uyanmıştır o. Uykusu çok derin değildir onun. Umarım bakıyordur, bakmıyorsa, Allah korusun, adam çocuklara bir şey yapsa benden bilirler. Adamda kesinlikle bir iş var çünkü. Öyle palyaço mu olur ya? Gülüyor, gülüp duruyor… Palyaço dediğin güldürür, kendisi gülmez o kadar. Öküz gibi gülüyordu ama o. Sinsi puşt. Diyelim verdiği şeker sıkıntılı olsa falan… Kesin benden bilirler, Fırattan bilecek değiller ya? Fırat uyuyordu çünkü. Uyuyan adamın suçu olmaz. Nerede şu ışık tuşu ya!

Ben arkadaş istiyorum ama sorumluluk istemiyorum. Bu doğru. Şu hâlime bak. Seneler boyu inşa ettiğim dostluklar benden bir tanecik şey istemiş, ben karanlıkta oyalanıyorum. Kapıyı açmaya bile çalışmıyorum. Ne düşünüyorum tam olarak? Ne düşündüğümü düşüneyim. Palyaço geldi, ben içeri girdiğimde kapıyı arkamdan kapattı, sonra döndü, çocukları… Çocukların cebine takip cihazı koydu. Takip cihazlı oyuncaklar hediye etti belki. Şu an bu ortam riskli tabii onun için. Çocuklar dışarıdayken, okuldan dönerken, onları yolda arabasına alıp bodrumunda öldürecek.

Olur mu öyle şey? Yani, Semra göz kulak ol dediyse olur. Demek o da amcadan bir şeyler sezmiş. Yoksa neden göz kulak ol desin? Eve bir yabancıyı aldıktan sonra zaten kontrol etmek gerekir. Babam bir gün okula gitmemem için dilekçe vermişti mesela. Onun yerine annemi tesisatçıdan korumuştum. Boruları sıkmaktan başka bir şey yaptığından değil de, işte. Anneme bir şey yapar diye telefonun başında beklemiştim. Bir şey yaparsa babamı arayacaktım. Ama şimdi telefonum bile yok, adam özgürce arkadaşımın evinde dolanıyor ve ben hâlâ bu odadaki ışığı arıyorum. Kapıdan ne kadar uzak olabilir ki? Hem sanki artık bir işe yarayacak!

Çocuklara bir şey olsa bile, tabii onlar beni suçlu gördüğünde ben kendimi suçlu bulamamaktan korkuyorum. Çünkü hiç olmadığı kadar şu an aklımda canlanıyordu o an: Semra ile Fırat onca zaman çocuk yapmak istemedikten sonra gelmişlerdi, buluşmada, güler ayak, “Ya biz çocuk yapacağız valla, karar verdik ya!” demişlerdi, şaşırmıştım. Söyleyeceğim şeyi düşünürken titrek elimle kahvemden bir yudum alıp laptopuma dönmüştüm.

“Bence bu iyi bir fikir değil,” demiştim. Evet, karışmak benim ne haddime, evet, hep böyle düşünüyordum, ama daha da geçmişi düşündüğümde fark ediyordum ki biz bu konuları sanki üçümüz de aynı ilişkideymişiz gibi konuşurduk. Yani kendimde onların ilişki kararlarına karışma haddini bulmam aslında o kadar da şaşırtıcı değildi. Bu yüzden de eğer o palyaço çocuklara bir şey yaparsa suçlamazdım herhâlde kendimi. Yapmayın demiştim ben bir kere, etmeyin demiştim. İlişkilerinin olmazsa olmaz iki buçukuncu tekerleği olarak fikrimi beyan etmiştim. Ama dinlemediler işte. Şimdi de birkaç metre ötemde üçüncü yaş gününü kutluyordu arkadaşlarıyla. Üç sene olmuştu, ben fikrimi beyan edeli. Semra da ne demişti?

“İyi bir fikir olmadığını düşündüğünü biliyoruz, ama biz kararımızı verdik.”

“Neden ama? Neden? Yetmiyor muyuz biz bize?” Kafedeki diğer herkesin gözleri simsiyah olmuştu ve dimdik bize bakıyorlardı. Fırat’la Semra gülüyorlardı. Gülüyorlardı. Gülmeye devam ediyorlardı. Tıpkı…

“Yok, canım! Yetmez olur muyuz?”

“Ee?” Fazla hızlı cevap vermiştim. Gözler beni etkilemiş olmalıydı. Sonra üstüme gelmişti gözler, büyüdüler. Bu anıyı canlandırdığım karanlık odaya dönüştüler. Gözlerimi açtım yine, ama nafile. Her şey karanlıktı. Artık yön duygumu da kaybetmiştim sanırsam ve istesem de istemesem de kapıya gidemezdim. Ama ben bu odayı biliyordum. Şu an üstünde oturduğum koltuğun, kapının ne tarafında olduğunu biliyordum. Ya şimdi? İsa, geri dönüşüne tam şu an bu odada yapmaya nurlar içinde karar verse bile, korkarım ki ben yine karanlığın altında ezilirken bulurdum kendimi. Ve kalkamazdım.

Anımı uzaklaştırmaya çalışırken o gün kafe masasında söyledikleri öbür şey yankılandı kafamda, yavaşça sessizleşerek:

“Ne ee? Saçmalamasana! Ay bak, öyle bir diyorsun ki sanki bebek,” (bebek kelimesini kullanması tüylerimi diken diken etmişti) “sanki bebek senin yerine geçecek. Alacağız onun tombul suratını iki elimizin arasına, dertlerimizi ona anlatacağız, e mi? O da dicek, ‘Hmm, evet, patronun biraz daha zorlarsa işten çık bence, aynen,’ öyle mi? Merak etme caniko, sana ayırdığımız zaman değişmeyecek…”

(...Değişecek. Ve ben bebeği kıskanacağım demedim ki…)


Böylece bitmişti. Hatırlamayı bırakmıştım. Günün geri kalanında kim bilir neler oldu! Hatırlamayı bıraktım, evet, ama şimdi de bu karanlık misafir odasından ayrılan hafıza renkleri eridi; suluboya gibi birbirine karıştı ve ardında zifiri sorular bıraktı. Oda gibi siyahtı renkleri, ama bir şekilde görebiliyordum. Kelimeler beni kapatan bu odanın birer parçası oldu, bu fontta duvarlarda gezdiler:

“On sene önce Semra yerine Tuğba’yı seçseydim, onunla Semra’nın dedikodusunu yapsaydım okulda, Semra’yla onunkini yapmak yerine, ne olurdu şimdi?” Canlandırdım. Alternatif bir onyıl kamera flaşı gibi patladı odada. Semra ile Fırat çocuk doğurma kararını aldığından beri Tuğba'yı bayağı düşünmeye başlamıştım aslında. “Acaba şimdi ne yapıyordur?” Canlandırdım. Evlenmiştir çoktan. Muhtemelen Gürhan’la değil ama. Belki benimle evlenirdi…

“Tek potansiyel dostlarım Semra ve Tuğba mıydı? Diğer tanıdıklarımın hatırlarını biraz daha soramaz mıydım?” Canlandırdım.

“Tolga. Tolga’nın babası ölmüştü. Neden yanında olmadım? Çekindim mi?”

“Babamdan o gün kumandayı saklamasaydım seneler sonra aramız yine de bozulur muydu?” Canlandırdım. Muhtemelen bu doğru değil ama doğru hissettiriyor: Muhtemelen o gün gıcıklığına televizyon kumandasını alıp odamı kilitlediğimde, babam da kapıyı kırdığında ve kırk gün aynı evde olsak dahi konuşmadığımızda, ilişkimiz çökmeye başlamıştı. O ölene kadar da devam etti ya bu çöküş. Bak, yine ağlıyorum. Yine görse kızardı neden niye ağladığımı söylemiyorum diye. Bazı şeyleri ölüm bile değiştirmiyor.

“Babamı gururlandıramamış olmaktan bu kadar utanç duymalı mıyım? Hele zaten, benim istediğim şey, onun benim için istediği şeyle bu kadar çelişiyorken; acaba onu hiç gururlandırabilir miydim?”

“Bir sürü güzel resim çizmiyor muymuşum? Resim öğretmenim potansiyelim olduğunu söylediğinde neden inanmadım? Çekindim mi?”

“Potansiyelimi gerçekleştirebildim mi?” Bu soru. Bu soru öyle bir şekilde tasarlanmıştı ki sanki bir daha potansiyelimi gerçekleştirme şansına asla ulaşamayacaktım. Bu varsayım vardı bu soruda. Sanki, hayatımın sonuna kadar (anca küçük maaş zamlarıyla) garson kalacaktım ve sadece haftasonlarımı, ya şimdi olduğu gibi arkadaşlarıma ya da resimlerime ayırabilecektim. Başka bir şey olmayacaktı. Otuz oldun mu hayat bitiyordu bu soruya göre. Kaba bir soruydu. Canlandırmadım…

“Neden potansiyelimi gerçekleştiremedim?”

“Arkadaşlarımı farklı seçseydim şimdi farklı bir yerde olur muydum?” Tuğba benim gibi resim çiziyordu; grubundaki iki diğer kişi de. Birisiyle hatta, resimlerimiz oldukça benzerdi. Şimdi adını bile hatırlamıyorum, ama ben Semra’yı seçmeden önce çok karşılaştırma yapıyorduk onunla… Canlandırdım. Muhtemelen farklı bir yerde olmazdım. Şimdi etrafta kırmızı gölgeler içinde yazdığı gibi: Muhtemelen benim tanıdığım kimsenin bir suçu yoktu. Muhtemelen hep benim bir suçum vardı, bir defom vardı. Varoluşuma dair çok temel bir yanlışlık vardı. Ruhum evrenin kalanına heterojendi. Ben kendi evrenimdim. Ve diğer evrene asla hak ettiği şekilde davranmadım. Diğer evrenin neyi hak ettiğini de asla bilemedim, neyi istediğini de…


Yoruldum veya sıkıldım. Soru sormayı bıraktım. Odadan çıktım. Çocukların sesleri duyuluyordu. Palyaço onları daha öldürmemişti. Onun yerine kapının önünde beklemişti beni. Dimdik duruyordu, gülmüyordu. Beni bekliyordu. Yakınlaştım; karanlık ışığa yürüdüm. Siyah gözleri beni rahatsız etmişti, ben de etrafa baktım. Fırat hâlâ uyuyordu, horluyordu. Çocuklar bir çember hâlinde koşturuyolardı, birbirlerini takip ediyorlardı. Palyaço bir heykel gibi hareketsizdi, siyah gözlerle bana bakıyordu. Planını açığa çıkarttığım için beni, bu hikâyenin kahramanını, öldürecekti. Bunu anladığımda güldüm. Güldüm. Gülmeye devam ettim. Palyaço tırsmıştı ve geri çekilecekken gözlerimi kapatıp onu kafasından tuttum ve alnından kocaman öptüm.


Gözlerimi açtığımda karanlık gitmedi. Yine o odadaydım. Esnemem Semra’nın bağırmasıyla yarım kaldı:

“Yine mi o odadasın Emir? Çık.”

Bir zamanlar böyle durumlarda çok şey hissederdim. Ama Semra bana o kadar fazla kez kızmıştı ve o kadar fazla günlerce konuşmamıştık ve o kadar fazla yalnız kalmıştım ki artık, ne yalan söyleyeyim, öfkesi rüzgar gibi esip geçiyordu. Onun da çok bir şey hissettiğinden şüpheliydim. Yani kararlaşmıştı: Hayattı bu artık. Her gün aynı şeyler yaşanacak, her gün yaşanmışları düşünecektim. Her gün—dönecekti.

Ceplerim elimde, ellerim cebimde, binalar arasında yürüyordum. Yağmur suyu tenimden akıp devce gülümseyen dudağıma varıyordu; mutluydum. Kalbim bir soba gibiydi, o soğuk evrene rağmen. Kalbimin ısısı hep değişecekti, özellikle ölünce; ama evrenin soğukluğu hiç değişmeyecekti, barındırdığı bu diğer evren, yani ben, ölsem bile. Ben de, ne yapayım artık, evrene tüm soğukluğuyla sıcak bakmaya çalışacaktım; benim de öldüğüm—o güne dek.

(Palyaçoya teşekkür etmek isterdim.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder